Yaşlı Ve Bilge Somon Aranıyor

-
Aa
+
a
a
a

Doğum günümün 25-30 dakikasını ayna karşısında geçirdim. Saç kesimi, ne yazık ki, bu kadar çok zaman alıyor. Boynumu sıkan bir örtünün üstündeki yüzümü, zorunlu olarak seyrettim. Her berbere gidişimde olduğu gibi... Ama her seferinde bu kadar çok farklılık görmezdim. Oysa yüzümün dokusunda değişiklikler vardı, derim eski esnekliğini yitirmiş gözüküyordu. Saçımdaki beyazlıkların miktarının normal olup olmadığını berbere mi sorsaydım? Ne de olsa uzmandı. Aynadan onu da seyrettim. Son birkaç yılda ne kadar çok değişmişti. Gerdanlanmış, gözlerinin altında küçük torbalanmalar olmuştu. Az önce de bel ağrılarından, kolayca hastalanıverdiğinden şikayet etmişti. Doğum günü için parlak sayılamayacak bir sohbete girmektense susup oturdum.
Yaşlanmasak olmaz mı?

Zaman geçse, ama bedenimiz, beynimiz "bozulmadan" kalsa...Yoksa yaşlanmaya mecbur muyuz? Olaya çok basit bir gözle bakıldığında, yaşlanıp ölmenin dünyadaki nüfus artışını dengeleyerek ve kaynakların ekonomik kullanımına hizmet ettiği bile söylenebiliyor. Ancak, ölüm nedenlerinin önemli bir bölümünü organizmanın eskimesine bağlı olmayan dış etkenler (kaza, afet gibi) oluşturuyor. Yani yaşlanma olmasa da ölümler olacak.

Geçen yüzyılın önde gelen biyologlarından A. Russel Wallace yaşlanmayı evrim teorisiyle bağdaştırırken, önceki paragrafta sözünü ettiğim "kaynakları ekonomik kullanma" ve sonraki kuşaklara "fırsat verme" varsayımını öne sürüyor. Evrim teorisine göre, "iyi bir şekilde çoğalmak" ve genlerin olabildiğince çok kopyasını üretmek bir canlı türünün temel hedefidir. Bu hedefe ulaşmak için vakitleri geldiğinde ölerek, türlerine hizmet ederler. Pasifik bölgesindeki somon balıklarının ölülerinin kısa zamanda çürüyüp suya karışması, suyun besleyici maddelerle zenginleşmesini sağlar. Dolayısıyla, sudaki "genç" somonlar daha iyi beslenmiş olurlar.

Ama, Pasifik somonlarının (1) ölümlerinden bir süre öncesine gözümüzü diktiğimizde, somonların üreme hızında müthiş bir artış olduğunu görebiliriz. Bazı biyologlar bu gözlemi farklı bir evrim stratejisine bağlıyorlar. "Bir organizma gençliğinde ne kadar çok üreyebilirse, o türün nüfusu ve hayatta kalabilirliği çoğalacaktır" diyen bu biyologlar birkaç örnek daha veriyorlar. Örnekleri aktaran Robert Sapolsky'ye (2) göre kısa ömürlü lepistesler, neredeyse hiç yaşlanmayan kaya balığı türlerinden daha başarılılar. Evrimsel açıdan bir başarı kastediliyor herhalde. Çünkü lepistesler gençken öyle bir çoğalıyorlar ki, üreme bakımından biraz zayıf kalan kaya balıklarının göreli ölümsüzlüğünü alt edebiliyorlar.

Sapolsky'nin verdiği bir başka örnek ise insanlardan: Gençken üremeyi kolaylaştıracak özelliklerin (ileride zararlı olma özelliği taşısalar bile) korunduğunu söylüyor. Prostat sıvısı, sözgelimi. Prostat metabolizması ve hücre bölünmesinin hızlılığı, genç bir erkekte prostat sıvısını döllenmeyi kolaylaştıracak kıvamda tutabilir. Oysa aynı özellikler, daha yaşlı bir kişide kanser oluşma riskini arttırırlar. Prostat kanserinin ileri yaşlarda sıklaşması pahasına gençlikteki üretkenliği destekleyen bu özelliklerin varlığı, yaşlanmayı evrim için "zaruri" görenleri de destekler gibi…

Cinselliği kamçılayan hastalık

Şu Pasifik somonlarının ölmeden önceki "seks düşkünlükleri"nin (ya da can havliyle üremelerinin) bir benzerine, Huntington koresi diye bilinen genetik hastalıkta rastlanıyor. Kırk yaşlarındayken başlayan ve çeşitli nörolojik belirtilerle seyredip, 10-15 yıl içinde ölümle sonuçlanan bu hastalığın başlangıcı psikiyatrik bir hastalık gibidir. Cinsel ilgi, istek ve aktivitede aşırı bir artış ilk belirtilerden birisidir. Huntington koresine ilişkin önerme şöyle: Eğer bir gen erken sayılabilecek bir yaşta ölüme neden olacaksa, bu gende öylesine bir karşıt özellik bulunmalı ki, aynı zamanda bireyin (ölümünden önce) çoğalma "kapasitesini" de arttırabilsin. Dolayısıyla, hastalığın başlangıç dönemindeki "hiperseksüalite", (3) önceden belirlenmiş “erken ölüm” kararını, türün varlığının devamı lehinde, dengeleyen bir davranış olarak değerlendirilebilir.

* * *

Şu berberin aynasının karşısında böyle düşünüp dururken, ayna ve yaşlanmayla ilgili, görünüşte tamamen ilgisiz bir şey geldi aklıma. Altmışlı ve yetmişli yılların "acıklı" Türk filmlerinde, nedense Ediz Hun tipinde birisinin, saçlarının bir gecede ağardığını aynada dehşetle farkedişi. Çünkü hemen öncesinde çok sevdiği kadının aslında "başka türlü" olduğunu öğrenmiş, ya da başka bir acı verici olay yaşamış. O zamanlar, "Bu nasıl oluyor?" sorusuna, "artistin saçlarına un serpiyorlar" gibisinden bir cevap verebilirdim.

Şimdi de, daha esaslı bir cevap bulmak kolay değil. Ama kısa sürede çöküp, yaşlanan kişilerin bu dönem öncesinde "duygusal şok" ya da "kronik bir stres" içerisinde oldukları söylenir. Bunun hızlı yaşlanma ile -hem de jet hızıyla!- ilişkisi ise, bugün vücudun bazı kaynaklarını (saç pigmenti gibi) jet hızıyla tüketmesine bağlanıyor.

Hızlı ölümün biyolojik temeli

Pasifik somonlarının ölümlerinin çok hızlı bir yaşlanma sürecinin sonunda olduğu belirtiliyor. Adeta genç yatıp, yaşlı kalkıyorlar. Balıkların midelerinde ülserler açılmış. Bağışıklık sistemleri dökülüyor. Dokularda önemli ölçüde erimeler var. Aşırı bir enerji ve stok tüketimi gözleniyor.

Bütün bu değişiklikler glukokortikoid türü hormonların aşırı salgılanmasının sonuçları. Glukokortikoidler organizmanın alarma geçtiği, aşırı yüklendiği durumlarda bolca salgılanırlar. Genellikle stres olarak adlandırılabilecek bu durumların sürekliliği, glukokortikoidlerin sürekli varlığını doğurur. Dolayısıyla somonlarda gözlenen etkilere benzer etkiler (ülser, hastalıklara karşı direnç azalması) insanlarda da ortaya çıkabilir.

Aradaki paralellikleri düşününce, duygusal bir yüklenme sonrasında genç yatıp yaşlı kalkmak bir Türk filmi mucizesi olmaktan çıkıyor. Hoş; o mucizelerin çoğunun hakikatın kendisi olduğunu düşünmüyor değilim.

* * *

Yaşlanmaya mecbur muyuz? Yaşlanmanın işlevlerine ilişkin öne sürülen pek çok hipotez var. Hepsinde de, yaşlanan organizmanın kendisinden ziyade, organizmanın ait olduğu türün çıkarları açısından bir işlevsellikten söz ediliyor. Türün yeryüzündeki varlığını güvenceye almayı hedefleyen yaşlanmanın, tek tek organizmalar üstündeki etkilerine dair fazla bir hipoteze rastlayamadım. "Bizim tür"ün üyelerinin yaşlanmasının öyküleri ise ayrıca yazılıyor. Evrim teorisi açısından düşündüğümüzde, aynaya her bakışta farklı bir yüz görmek kaçınılmaz. Yaşlanmaya mecburuz… Somon gibi ve onunla aynı gerekçelerle. Tek bir farkla. Nasıl yaşlanacağımız, nasıl bir yaşlı olacağımız büyük ölçüde bizim belirlememize açık.

Siz hiç yaşlı ve bilge bir Pasifik somonu gördünüz mü?

Meraklılara notlar:

Somonların bu özelliğine dikkat eden birisi daha var: Freud. Ölüm içgüdüsünün hayatı uzatmaya hizmet ettiğine kanıt olarak somonları gösteren Freud'un evrim teorisine ilgisi bu kadarla kalmaz. Robert Sapolsky'nin yazısında yaşlanmanın nasıl olduğuna ilişkin değişik teori ve örnekler var. (The Sciences, March/April 1991, s. 30-38) Her cinsel aktivite artışının, "hiperseksüalite" olmadığını (herhalde) vurgulamak gerek. Elbette, her "hiperseksüalite" de, o "hiperseksüel”in sonunun yaklaştığı anlamına gelmiyor!